
Teknolojinin Bedeli: Madenin Parıltısı, İnsanın Gölgesi
Ömer Günay
Avukat -Maden Mühendisi
İnsan, doğayı önce anlamak, sonra kullanmak istedi. Anlamakla başlayan yolculuk, giderek sahip olma arzusuna dönüştü. Taşın sessizliğine kulak veren o ilksel insan, modern çağda artık taşın içindeki enerjiye kulak verir oldu. Doğa, anlamın mekânı olmaktan çıkıp üretimin hammaddesi hâline geldi ve böylece maden, varlığın bedeni olmaktan çıkarak, ekonominin nesnesine dönüştü.
Max Weber’in “dünyanın büyüsünün bozulması” dediği şey, tam da burada gerçekleşti:
Taş artık kutsal değil, ölçülebilir; doğa artık varoluşun eşiği değil, verimlilik hesabının girdisidir. İnsan, Göbekli Tepe’nin taşına kendi varlığını işlerken ki duygusunu unuttu;, doğayla barışık yaşamak yerine, ondan kazanç elde etmeyi öğrendi. Böylece doğa, birlikte yaşanacak bir varlık olmaktan çıktı; üstünde tasarruf edilecek bir servete dönüştü.
Madenin anlamı “enerji”, doğanın anlamı “kaynak”, insanın anlamı ise “tüketici” oldu.
Heidegger bu dönüşümü Gestell — yani “teknik çerçeveleme” — kavramıyla anlatır.
Modern insan doğayı artık bir “şey” olarak değil, bir stok olarak algılar. Nehrin suyu, barajın gücüdür; rüzgâr, türbinin kapasitesidir; toprak, maden rezervidir. Varlık, potansiyel enerjiye indirgenmiştir. Bu, yalnız bir düşünce değişimi değil, varlıkla bağın kopuşudur. Doğa artık konuşan değil, çalıştırılan bir varlık hâline gelmiştir.
Marx’ın metanın fetişizmi dediği şey, madenle başlar: Cevher, insan emeğiyle biçim kazandıkça kutsallığını yitirir ama yeni bir put doğar — meta. Artık taş, taş olmaktan çıkar; fiyat, onun yeni ruhudur. İnsan, doğadan aldığı maddenin değil, ondan türettiği değerin peşindedir. Doğal olanın yerini ekonomik olan alır ve doğa, bir kez daha insanın elinde yansımasız bir aynaya dönüşür ve içinde kendini göremez artık.
Modernite, Prometheus’un zincirlerini çözmüş gibi görünür; âmâ bu kez zincir, doğanın boynundadır. İnsanın teknik kudreti arttıkça, sınır bilinci zayıflar. Artık ateşi çalan değil, güneşi dizginlemeye çalışan bir Prometheus vardır karşımızda. Nükleer reaktörler, derin deniz sondajları, lityum madenleri —hepsi aynı varoluşsal iştahın devamıdır: “Dünya tükenmeden ben üretmeliyim. Fakat bu üretimin kendisi, varlığı tüketir.
Hans Jonas, Sorumluluk İlkesi ’nde modern insanın etik boşluğunu tam buraya yerleştirir.
Teknoloji, eylemin kapsamını genişletmiş, ama vicdanın sınırlarını daraltmıştır. Artık insan, doğrudan öldürmez ama sistematik biçimde tükenişe neden olur. Enerji politikası, üretim zinciri, tüketim alışkanlığı —hepsi aynı etik sorunun farklı yüzleridir. Jonas der ki: “Eylemlerimizin sonuçları artık yalnız bize değil, gelecek varoluşlara da dokunuyor. Madencilikte de durum böyledir:
Kazma artık yalnız bugünü değil, geleceğin varlığını da yaralar.
Günther Anders, teknolojik insanı “kendinden utanan varlık” olarak tanımlar. Çünkü yaptığı şey, artık kendi ölçüsünü aşmıştır. Bir makine kadar güçlü ama bir insan kadar kırılgandır. Bu çelişki, modern madenciliğin de merkezindedir: Kazdığı madenin enerjisiyle şehirler aydınlanır, âmâ kazdığı yerin karanlığı ruhsal bir gölge gibi büyür. İnsan, kendi icadının büyüklüğü karşısında yetersizlik duygusuna düşer. Doğaya egemen olmuştur ama artık kendine egemen değildir.
Modern çağda madenin kutsalı kaybolmuştur, âmâ belki de bu kayıp, yeni bir bilincin tohumunu taşır. Çünkü kutsal yitince, insan anlamın yokluğuyla yüzleşir. Ancak her yüzleşme, yeniden doğma imkânı taşır. Belki de bugünün madenciliği, bu bilinci yeniden hatırlamak zorundadır: Doğayı sömürmeden var olmak, enerjiyi tüketmeden yaşamak, teknolojiyi kutsallaştırmadan kullanmak.
Zira insanın görevi artık ateşi çalmak değil, ışığı korumaktır. Madenin derinliği yalnız yerin altında değil, insanın kendi iç karanlığındadır. Ve belki de hakiki sürdürülebilirlik, kaynakların değil, anlamın tükenmemesidir.
