
MADENCİLİĞİN FELSEFİ TEMELLERİ: GÖBEKLİ TEPE’DEN BEYLİKOVA’YA
Ömer Günay
Avukat -Maden Mühendisi
ÖZET
Madenciliğin tarihsel serüveni, insanın doğayla kurduğu ilişkinin felsefi yansımasıdır. Göbekli Tepe’den Beylikova’ya uzanan bu süreç, insanın doğayı önce kutsal, sonra araçsal, en nihayetinde de etik bir özne olarak görme biçimlerinin evrimini ortaya koyar. Bu çalışma, madenciliği salt ekonomik veya teknik bir faaliyet olarak değil, insanın varoluşsal aynası ve doğa ile diyaloğunun kaydı olarak ele alır. Tarih boyunca doğayı anlamaktan onu yönetmeye ve nihayetinde ondan sorumlu olmaya evrilen bu ilişki, bugün “jeoetik” adı verilen yeni bir ahlaki bilinçle yeniden tanımlanmaktadır. Modern çağın görünmeyen madenciliği—lityum, neodyum, seryum gibi nadir toprak elementleri—aynı anda hem teknolojik kurtuluşun hem de ekolojik krizin simgesidir. Dolayısıyla madenciliğin geleceği, toprağı daha derin kazmaktan ziyade, insanın yeryüzüne karşı olan sorumluluğunu derinleştirmekten geçer.
Anahtar Kelimeler: Madencilik Felsefesi, Doğa Etiği, Jeoetik, Nadir Toprak Elementleri, Hans Jonas, Sorumluluk İlkesi.
ABSTRACT
The historical trajectory of mining is a philosophical reflection of humanity’s relationship with nature. From Göbekli Tepe to Beylikova, this journey reveals the transformation of nature from a sacred entity to an instrumental resource, and finally, to an ethical subject. This paper interprets mining not merely as an economic or technical practice, but as a mirror of human existence and a record of our dialogue with the Earth. This relationship, which has evolved from understanding nature to managing it, and ultimately to being responsible for it, is now being redefined by a new moral awareness known as geoethics. Modern “invisible mining”—of lithium, neodymium, cerium, and other rare earth elements—symbolizes both technological salvation and ecological crisis. Therefore, the future of mining lies not in digging deeper, but in deepening human responsibility towards the planet.
Keywords: Philosophy of Mining, Environmental Ethics, Geoethics, Rare Earth Elements, Hans Jonas, Principle of Responsibility.
1. GİRİŞ: TAŞIN FELSEFESİNE DOĞRU
İnsan, alet yapabilen bir varlık (homo faber) olmanın ötesinde, anlam arayan bir varlıktır (homo significans). Madencilik, bu iki niteliğin en kadim kesişim noktasıdır. Taşı yontmak, toprağı kazmak, salt fiziksel bir eylem değil; insanın doğa içindeki yerini aradığı, kendini tanımladığı ve nihayetinde kendi gücünün sınırlarıyla yüzleştiği varoluşsal bir pratiktir. Bu çalışma, Göbekli Tepe’nin ritüelistik kazısından, Beylikova’nın nadir toprak elementlerine uzanan süreci, bir teknoloji tarihi olmaktan ziyade, bir felsefe ve etik tarihi olarak okumayı önermektedir. Temel argümanımız, insanlığın madencilikle olan ilişkisinin, doğa algısındaki üç büyük paradigma kaymasını yansıttığıdır: Kutsal Doğa, Araçsal Doğa ve Etik Doğa.
2. GÖBEKLİ TEPE: ANLAMIN KAZISI
Göbekli Tepe, insanın doğayı dönüştürdüğü ilk anlardan biridir, ancak bu dönüşümün amacı bugünkünden kökten farklıdır. Burada taş, bir inşaat malzemesi olmanın ötesinde, bir arayüz, bir iletişim aracıydı. T-biçimli sütunlar, insanın doğaya sorduğu ilk metafizik soruların somutlaşmış halidir: “Ben kimim ve sen, ey taş, ne anlatıyorsun?” Henüz mülkiyet, kaynak ve kâr kavramları yoktu. Taş alınıp satılmazdı; çünkü taş, kutsal olanın ta kendisiydi. Bu dönemde madencilik bir üretim faaliyeti değil, bir ritüel, doğanın ruhuna dokunma çabasıydı. İnsan, doğayı kazarken aslında kendini kazıyordu. Bu masumiyet, insanın doğanın dilini çözdükçe, onu bir nesneye indirgemeyi öğrenmesiyle son bulacaktı.
3. ÇATALHÖYÜK: DOĞANIN METALAŞMA POTANSİYELİ
Çatalhöyük’te obsidyen, doğanın aynası oldu. Bu siyah, parlak cam, insanın kendi yansımasını doğada ilk kez bu denli net gördüğü andır. Obsidyen, güzellik, keskinlik ve gücün birleşimiydi. Marksist bir okumayla, bu dönem doğanın ilksel meta-laşma sürecinin başlangıcıdır. Obsidyen artık salt anlam için değil, kullanım değeri ve potansiyel değişim değeri için çıkarılırdı. Doğa, emek-değer ilişkileri ağına ilk adımını atıyordu. Taş, kutsal kimliğini korurken, aynı zamanda elle tutulur, değiştirilebilir bir “şey” haline gelmeye başladı.
4. HATTUŞA: MADENİN SİYASALLAŞMASI
Hattuşa’da maden, artık saf bir iktidar biçimiydi. Tunç Çağı, doğayı eritmenin, dönüştürmenin ve nihayetinde yönetmenin çağıdır. Toprağın altındaki cevher, devletin ve ordunun gücüne doğrudan tercüme edilirdi. Bu, insanın doğa üzerindeki tahakkümünün ilk politik zaferiydi. Maden, artık yalnızca bir alet değil, otoritenin temsilcisiydi. Madenin kontrolü, insanın insan üzerindeki kontrolünün bir aracına dönüştü. Böylece doğa, ilk kez siyasetin aktif bir nesnesi haline geldi.
5. ROMA: DOĞANIN HUKUKİ TANIMI
Roma İmparatorluğu ile birlikte doğa, mülkiyet rejiminin resmi bir parçası haline geldi. “Cuius est solum, eius est usque ad coelum et ad inferos” (Kimin arazisi varsa, onundur gökyüzüne kadar ve yeraltına kadar) ilkesi, doğayı hukuki olarak bölen bir paradigmaydı. Maden, çıkarılabilir, vergilendirilebilir, devredilebilir bir hukuki nesne (res) statüsü kazandı. Anadolu’daki Galatia ve Cappadocia eyaletlerindeki bakır ve demir işletmeleri, bu merkezi hukuk anlayışının taşradaki tezahürleriydi. Doğa, res publica (kamusal şey) ve res privata (özel şey) olarak ikiye ayrılmıştı. Seneca’nın “Altını topraktan çıkaran insan, zenginliğini değil, ahlakını kaybeder” uyarısı, Roma’nın hukukla çerçevelenmiş araçsalcı aklı karşısında güçsüz kaldı. Artık doğanın yasası, ahlak değil, hukuk kurallarıydı.
6. ORTA ÇAĞ: BİLİNÇ ÇATIŞMASININ SİMYASI
Orta Çağ’da Roma’nın rasyonalitesi, yerini Tanrı’nın iradesine bırakınca, doğa yeniden kutsal bir mülk olarak görüldü; ancak bu kez insanın değil, Tanrı’nın mülküydü. Madencilik, derin bir çelişkiyi barındırıyordu: hem bir bilgi arayışı hem de potansiyel bir günah. Toprağın derinliklerine inmek, Tanrı’nın yarattığı dünyanın sırlarına vakıf olmaktı; aynı zamanda Şeytan’ın karanlık diyarına bir davetti. Simyacılar, bu çelişkinin çocuklarıydı. Kurşunu altına çevirmeye çalışırken, aslında maddenin ruhunu arıyor ve kendi içlerinde bir dönüşüm yaşıyorlardı. Simya, madenciliğin metafizik yüzü, onun ruhsal arka planıydı.
7. RÖNESANS: BİLGİ GÜÇTÜR, GÜÇ KAZIDIR
Rönesans, insanın doğaya yeniden, bu sefer kutsallıktan arınmış bir akılla baktığı çağdır. Georgius Agricola’nın De Re Metallica’sı (1556), sadece bir madencilik kitabı değil, ampirizmin ve modern bilimsel yöntemin bir manifestosuydu. Artık maden, Tanrı’nın bir sırrı değil, doğanın okunabilir yasalarının bir parçasıydı. Ancak Francis Bacon’ın “Bilgi Güçtür” (Scientia Potentia Est) önermesi ve Descartes’ın doğayı “yönetmek ve sahip olmak” için anlama çağrısı, bu bilimsel merakı, fethin bir aracına dönüştürdü. Doğa, artık anlaşılması gereken bir kitap değil, ele geçirilmesi gereken bir kaynaktı.
8. SANAYİ DEVRİMİ: YAKILAN DOĞA
Aydınlanma’nın rasyonalitesi, Sanayi Devrimi’nde somut bir güce dönüştü. Maden, artık sadece katı bir nesne değil, enerjiye dönüşen bir yakıttı. Kömür, demir ve buhar üçlüsü, insanın üretim gücünün ve doğa üzerindeki tahakkümünün simgesi oldu. Burada doğa, yalnızca kazılan değil, aynı zamanda yakılan bir varlıktı. Her üretim artışı, doğanın sessizce tükenişini hızlandırdı. İlerleme miti, ekolojik maliyeti görünmez kıldı.
9. MODERN ÇAĞ: KRİZ VE SORUMLULUK ETİĞİ
20. yüzyıl, insan eliyle yaratılan ekolojik krizin ve teknolojik tehlikelerin çağı oldu. Hans Jonas’ın Sorumluluk İlkesi (1979), bu yeni duruma bir yanıttı. Jonas’a göre, insanın teknolojik gücü o kadar büyümüştür ki, gezegenin ve gelecek nesillerin varlığını tehdit eder hale gelmiştir. Bu nedenle, geleneksel etiklerin aksine, yeni bir etik anlayışa ihtiyaç vardır: “Korkunun heuristik bir işlevi olmalıdır.” Madencilik artık sıradan bir ekonomik faaliyet olmaktan çıkmış, insanlığın geleceğine dair ahlaki bir sorumluluk alanına dönüşmüştür. Doğa, artık yalnızca üretimin değil, özen gösterilmesi gereken bir “Öteki”dir.
10. NADİR TOPRAK ELEMENTLERİ: GÖRÜNMEZ MADENCİLİĞİN PARADOKSU
21. yüzyılın madenleri gözle görülmez; cep telefonlarımızda, rüzgâr türbinlerinde, elektrikli araçlarımızda saklıdır. Lityum, kobalt, neodymium, seryum… Bu elementler, “yeşil dönüşümün” ve dijital çağın temel taşlarıdır. Ancak bu, büyük bir paradoksu beraberinde getirir: “Temiz” bir gelecek yaratma çabası, genellikle kirli ve yıkıcı bir madencilik sürecini gerektirir. Bir ton nadir toprak elementi için binlerce ton radyoaktif atık su; bir lityum batarya için kuruyan bir tuz gölü. Modern insan, teknolojik kurtuluş uğruna, yeryüzüne yeni ve daha karmaşık bir bedel ödetmektedir. Bu, “görünmeyen madencilik” çağıdır ve tüketim toplumunun bu madenlerin kaynağından ve çıkarılma maliyetinden sistematik olarak kopuk olması, ahlaki sorumluluğu daha da zorlaştırmaktadır.
11. JEOETİK: YENİ BİR TOPRAK AHLAKI
İşte tam bu noktada jeoetik devreye girer. Jeoetik, Yeryüzü ile ilişkilerimizde doğru ve yanlışı tanımlayan disiplinler arası bir etik alanıdır. Madenciliğe, doğayı sınırsız bir kaynak olarak gören antroposentrik bakışın yerine, onu sınırları olan, kırılgan bir sistem olarak gören ekosentrik bir perspektiften bakar. Jeoetik, “Ne kadar çıkarabiliriz?” sorusundan, “Burada ve nasıl çıkarmalıyız?” ve “Geri ne bırakıyoruz?” sorularına kaymamız gerektiğini söyler. Madencilik artık tonajla değil, saygı ve özen ilkeleriyle yönetilmelidir.
12. BEYLİKOVA: TÜRKİYE’NİN JEOETİK EŞİĞİ
Türkiye, Eskişehir Beylikova’daki dünyanın ikinci büyük nadir toprak elementi rezervi ile jeopolitik ve etik anlamda kritik bir eşikte durmaktadır. Bu kez mesele, sadece çıkarılacak madenin ekonomik değeri değil, onun nasıl çıkarılacağıdır. Bu topraklar, Göbekli Tepe’de taşa anlam, Hattuşa’da madene güç, Roma’da hukuk kazandırmıştır. Şimdi Beylikova, Türkiye’ye ve dünyaya, bu kadim mirası sorumluluk ile taçlandırma fırsatı sunmaktadır. Buradaki sınav, teknolojik bir sınav değil, ahlaki bir sınavdır.
13. SONUÇ: KAPITALİZMİN YERALTI HEZEYANI
Taşla başladık, parayla bitiriyoruz. Göbekli Tepe’deki ilk kazı anlam içindi, Beylikova’daki son kazı ise sermaye için. İnsanın aradığı şey hep aynı kaldı: Kendisi. Ancak bu arayış, kapitalizmin metalaştırıcı aklı tarafından rehin alındı.
Doğa, artık kutsal bir metin değil, finansal bir araçdır. Madenlerimiz, borsa grafiklerine sıkıştırılmış rakamlara dönüştü. Toprağın derinliklerindeki her element, hisse senedi piyasasında alınıp satılan bir varlık haline geldi. Bu, insanın doğayla kurduğu ilişkideki en büyük yabancılaşmadır: Taşın ruhunu, fiyat etiketine indirgemek.
Para hırsı, jeoetiği gölgede bıraktı. Nadir toprak elementleri, “yeşil dönüşüm” maskesi altında, yeni bir birikim rejiminin piyonları oldu. Bir yanda “sürdürülebilirlik” nutukları atılırken, diğer yanda maden şirketlerinin hisseleri katlanıyor. Bu ikiyüzlülük, kapitalizmin doğayı kurtarırken bile onu metalaştırmaktan vazgeçmediğinin kanıtıdır.
Hans Jonas’ın sorumluluk ilkesi, bu sistem karşısında aciz kalmaktadır. Çünkü kapitalizm, “sonsuz büyüme” mitiyle gelecek nesillerin varlığını tehdit eden her türlü riski meşrulaştırır. Madencilik artık teknik veya etik bir mesele değil, siyasi-ekonomik bir mücadeledir.
Peki ya çözüm? Belki de aradığımız cevap, daha derin kazılarda değil, daha derin sorgulamalardadır:
• Büyüme fetişizmini terk etmek
• Doğayı meta değil, ortak varlık olarak görmek
• Üretim ilişkilerini demokratikleştirmek
• Yerel halkların söz hakkını merkeze almak
Asıl maden, insanın açgözlülüğünün altında gömülü kalan vicdanıdır. Ve bu vicdanı kazmak, en zorlu madencilik operasyonudur. Çünkü kapitalizm, sadece toprağın değil, insanlığın ruhunu da kazmaktadır.
Belki de gerçek soru şudur: “Daha fazla kazmak mı, yoksa daha farklı yaşamak mı?” Cevabımız, sadece madenciliğin değil, insanlığın da geleceğini belirleyecektir.
________________________________________
KAYNAKÇA / REFERENCES
• Bacon, F. (1620). Novum Organum. London.
• Carson, R. (1962). Silent Spring. Boston: Houghton Mifflin.
• Descartes, R. (1637). Discours de la méthode. Leiden.
• Günay, Ö. (2025). Maden Hukuku (3. Baskı). Ankara: Seçkin Yayıncılık.
• Heidegger, M. (1954). Die Frage nach der Technik. Vorträge und Aufsätze. Pfullingen: Neske.
• Jonas, H. (1979). Das Prinzip Verantwortung. Frankfurt am Main: Suhrkamp.
• Jonas, H. (1984). The Imperative of Responsibility: In Search of an Ethics for the Technological Age. University of Chicago Press.
• Latour, B. (2017). Facing Gaia: Eight Lectures on the New Climatic Regime. Cambridge: Polity Press.
• Leopold, A. (1949). A Sand County Almanac and Sketches Here and There. New York: Oxford University Press.
• Lovelock, J. (1979). Gaia: A New Look at Life on Earth. Oxford: Oxford University Press.
• Morton, T. (2013). Hyperobjects: Philosophy and Ecology after the End of the World. Minneapolis: University of Minnesota Press.
• MTA Genel Müdürlüğü. (2023). Türkiye Nadir Toprak Elementleri Raporu: Beylikova Projesi. Ankara.
• Naess, A. (1973). The Shallow and the Deep, Long-Range Ecology Movements. Inquiry, 16(1–4), 95–100.
• Schmidt, K. (2006). Sie bauten die ersten Tempel. Das rätselhafte Heiligtum der Steinzeitjäger. München: C.H. Beck.
